Salı, Mayıs 18, 2010

Üsküdar'da bir simitçi...

SİMİTÇİ

Üsküdar da en soğuk kış sabahı..

Kar ha yağdı ha yağacak ..Hani o jilet gibi kesen rüzgar var ya..İşte o rüzgar…Karadenize açılan bir Rus şilebinin güvertesindeki denizcinin ucuz amerikan sigarası dumanıyla karışıp sahilde önce Mimar Sinan’ın kuşkonmaz camii sinin duvarına sonra da duvarın dibinde büzüşmüş oturan genç adama çarpıyor tokat gibi yumruk gibi..hayat gibi…

Daha fırının açılmasına var epey. Genç simitçi bunu biliyor. Hayır bu soğukta elini cebinden çıkarıp saatine bakacak kadar saf değil elbet. Ezanı bekliyor o. Hem baksa da sahi göremez ya bir şey, daha şafak sökmedi boğazda.

Önce bir şehir hatları düdüğü,sonra -kart kaaaartt, diye açılan caminin hoparlörü,avluda kaçışan küçük telaşlı kuşların kanat sesleri uyuyan camlarda yankılanıyor. Biraz evvel boş simit tablasının kenarına rüzgarın gizlediği susamları almak için ısrarlı fakat mütereddit iki üç serçe, şimdi alışılmış bir heyecanla, caminin asit yağmurundan erimiş taş hilallerinden birindeler. Amfilikatörü açan müezzin şöyle bir gırtlağını temizleyip başlayacaktı ki..Aniden bir öksürük krizine yakalandı. Genç adam başını kaldırıp sanki görecekmiş gibi şerefede asılı gri hoprlöre baktı,yüzünde bir gülümsemeyle..Şimdi boğazda bütün o alışılageldik seslerden gayrı Sinan’ın camisinin müezzininin öksürük nöbeti de yankılanıyordu. Adamcağız ne kadar acaip sesler çıkarırısa çıkarsın bu nöbetten kurtulamıyordu bir türlü. Tam hoparlörleri kapattığı sırada imdadına Üsküdar’ın diğer camiileri yetişti.Simitçi de rahatladı müezzin adına. Hep birlikte okunan ezan onu da kendine getirdi. Kıvrıldığı noktada yaklaşık kırkbeş dakikadır kımıldamadan duruyordu .Ta ki ezan okununcaya dek. Üzerinde askerden getirdiği kalın yeşil parka, Dolmabahçe’de maça giderken aldığı kukuletasıyla atkısı ve bunların arasında sıkışmış mavi gözlerle denize,karabataklara,martılara,pervasızca gelip geçen gemilere bakıyordu. Hernekadar sakınsa da ceplerinden içeri sızan afacan rüzgar ellerini dondurmuştu. Bir vapur düdüğü daha..Rüzgara yüzünü vermiş adeta onunla dalga geçen beyaz martı tınmadı bile. Üşüyerek, biraz da üşenerek doğruldu taş duvarın dibinden. Kıçının altına koyduğu kartonu rüzgar kaçırdı hemen denize..Üç ayaklı tablasını aldı ,binbir defa yaptığı gibi sırtına vuruverdi.Nasıl yaptığını kendi bile anlayamadan.

Kurşun renkli kış sabahı ,geceden ödünç aldığı son siyahlıkları da atıyordu üzerinden. Saatine baktı bu sefer,adımlarını sıklaştırdı simitçi..

Fırının önü gene kalabalıktı. -Her sabah aynı bok.. dedi içinden. Aynı anda Sözsüz Ali’ye eliyle asker selamı çakıyordu. Sözsüz Ali hemen karşılık verdi. Konuşamıyordu ama ,sağır değildi. Dediklerine göre içerdeyken koğuş ağalarından birini gammazladığı için ceza olsun diye önce ırzına geçip sonra da dilini kesmişlerdi. O gün bu gün sadece dilsiz seğil sözsüz Ali oluvermişti.Konuşabiliyordu konuşmasına da…Küsmüştü belki hayata belki kendine,bunu fısat bilip ağzını açmazdı,tek kelime söylemezdi.Herkes onu sahiden konuşamaz sanırdı. Askere almadıkları için herkesden askerlik hatıraları dinlemek isterdi. Hikayeden bol ne var. İnsanların sıkılarak dinlediği çoğu zaman o yarısı hayal, yarısı yalan bitmek bilmeyen hikayeleri sahiplerinden daha iyi bellemişti artık. Tabii çoğunun hayal mahsulu olduklarını da. Ama olsun gene de dinlerdi,severdi. Askere almamışlardı çünkü. Köyünden askere gidiyorum diye çıkmış kader onu buralara kadar itelemişti.

Bu sabah sıranın en arkasında Piston Kamil vardı. Onun için hemen kuyruğa girmedi. Fırınınkarşısındaki ıslak,aralarından incir yaprakları,isimsiz otlar fışkıran yaşlı duvara dayanarak bir sigara yaktı. Pistonu sevmezdi. Çok pis huyu vardı. Ona bir ayağı sakat olduğundan Piston Kamil derlerdi. Yürürken bir iner bir çıkar ama buna aldırmadan sabahtan akşamakadar sokaklarda gezerdi. Daha doğar doğmaz çocuk felci olmuştu. Kendini bildi bileli hayatı bir aşağı bir yukarı yaşamıştı. Hastalığının adını bilmezAllahın takdiri derdi. Allahın takdiri hastalığı.! Sokaklarda yapmadığı iş yok gibiydi.Karaborsa jeton,bayat simit,ucuz kağıt mendil, Kore malı adi dikiş iğnesi seti, çocuk sevindiren balon, uyuzlaşmış iki günlük züğürt çiçekler velhasıl nerede ucuz sermayeli,çürük çarık mal varsa onları satardı. Yaptığı en doğru dürüst iş, sakat olduğundan hemen alabildiği Milli Piyango bayiiliğiydi. Ancak onu da yapamıyordu.Çünkü -ulan ya büyük ikramiye bu satacağım biletler arasındaysa.. diyerek biletleri satmıyor,orta yaş hayalciliğiyle çekilişi bekliyordu. Tabii hiçbirşey çıkmamıştı bugüne kadar. Bu işten o kadar ziyan etti ki bir daha yapmamaya yemin etti kendi kendine. Ama esaspis bir huyu vardı ki..Arakadaşlarını kendinden uzaklaştırmıştıbu alışkanlığı. Piston Kamil başı sıkışınca veyahut çalışmaya üşenince dilenirdi. Genellikle Fatih Camii’nin önüne postu sererdi. Orası hem tanıdık gözlerden uzak hem de hasılat bakımından bereketliydi. Bir Cuma günü arkadaşının cenazesi için oraya gelen simitçi Fikret onu sıyrık bacağı ve boynunda asılı SSK Hastanesi çöplüğünden çıkarılmış ne olduğu belirsiz bir raporla görünce utanarak oradan görülmeden ayrılmıştı. Aslında Piston da onu görmüştü. O an yaptığı rezillikten utanmış uzunca bir vicdan muhasebesinden sonra,binlerce kez olduğu gibi gene -Napiim devlet beni bu hallere düşürdü,baksalardı,iş verselerdi.. diye teselli etmişti kendini. Ancak sonra buna kendisi de ikna olmamış olacak ki pılıyı pırtıyı toplayıp usulca toz olmuştu ordan. İşte o günden sonra simitçiyle Piston arasına bir soğukluk girmişti.Simitçi Piston’la konuşmuyor, çok ender konuştukları vakit Piston’un kimseye söylemezsin değil mi ? bakışları onu rahatsız ediyordu. Hiç açık açık konuşmamalarına rağmen -sen bana yaklaşma ben kimseye söylemeyeyim..anlaşması imzalanmıştı bile aralarında.

Sigarası neredeyse bitiyordu. Duvara dayadığı sırtında sinsi bir ıslaklık hissetti. Sigarayı yere atıp üstüne bastı, hep öyle yapardı büyükleri ya ,güzel de havalı da oluyordu hani. Son nefesi dışarı üflerken dönüp, içinde bir zamanlar koruduğu ahşap konağı yıkılmış öksüz duvara baktı. Kızamadı ödünç aldığı ıslaklık için. Bu sırada kuyrukta bir dalgalanma oldu. Fırıncının ortaokul bir terk çırağı dükkanın ahşap kapısını sürüye sürüye açtı içerden iç gıcıklayan bir sesle ve fırladı içeri. Sıra mıra kalmadı,her sabah olduğu gibi itişmeler,bağırışmalar,küfürler havada uçuştu gitti. Simitçi önceleri bu hengamenin içine giriyordu. Ama sonra farketti ki en fazla 10 dakika sonra kimse kalmıyordu fırının önünde değmez dedi. Bir daha hiç girmedi o kargaşaya.Ortalık yatışıp herkes sanki ne varsa koşar adımlarla uzaklaşırken, tepsisini aldı ,her sabah aynı derdi çekmekten bunalmış fırıncı Nihat ve çırağını selamlayarak simitlerini yüklendi çıktı. Fırıncı da gene her sabah oldığu gibi -Aferin bu çocuğa be..dedi içinden ve çaktı ensesine tokatı çırağının - Ne duruyon len kavat temizle şu susamları…!Aha bu herifler gibi sürünmek mi istiyon ?

Önce Dogancılar yokuşunu tırmandı. Şehir Tiyatrosu bekçisi Musa’ya bir simit bir çatal.

Ardından Nüfus memurluğuna 5 simit,bir de merdivenler olmasa.! Oradan İtfaiye’ye dört beş tane..Okul açılana kadar Adliye önüne ve karşıdaki parkın kestirme giriş kapısına.

Parkın kapısında her sabah aynı suratlar olurdu. Yeni uyanmış şiş yüzler. Okula koşturan

tembel kılıklı öğrenciler.Akşamdan kalma kırmızı burunlu, rakı göbekli,kendini berbat hisseden ve muhtemelen gece karıyı bir posta dövmüş ayyaşlar. Vapura yetişecek telaşlı adımlar. Saate bakmalar, hem koşuşturup hem çanta karıştırmalar. Buranın müşterisi çok asabi olur. Hem çabuk olacaksın, hem bozuk paran olacak. Kimse beklemez seni,- yarın veririm geç kaldım şimdi der hemen sıvışır. Sanki geç kalacağı için tamamen haklıymış gibi. Arkasından bakakalırsın. Ertesi gün de aynı telaş içinde anlat anlatabilirsen derdini. Okulun açılmasına yakın tezgahın yerini değiştireceksin.Ancak yok öyle her istediğin yerde simit satmak. AMCA’lar kızar sonra..! Ee o zaman uyanıklık edip kapının tam önünde değil. Okula en kalabalık hangi sokaktan öğrenci geliyor ise doğru oraya. Allah bereket versin.

Öğlen oldu. Simitçiler ne yer karınları acıkınca ? Fakir simitçiler simit yemezler..Bu pahalıya gelir onların hesabına göre. Hem sermayeni yiyorsun hem karını.E zengin simitçi zaten yok.Simitçiler zengin oldular mı olmazlar ya bilki ya kokoreççi olmuşlardır ya pazarcı. Bugün balık ekmek çekti canı simitçinin. Ama balık ekmek yemeği hakkettiğini düşünmüyordu . Aslında hiçbir zaman da düşünmemişti. Hep sonra ,hep yarın, hep biraz daha para kazanınca. Fakirler böyle düşünürdü değil mi ? Ceplerinde para olsa bile bunu bir güvence kabul etmezlerdi. Ya biterse,ya ay sonunda bırak ay sonunu ,yarın pat diye uçuverirse para. İşte bu duygularla hergün balıkçının önünden geçen,sonra bir daha geçen simitçi kararsızlığının dışarı vurmamak için sehpasını sanki hiç düşünmüyormuş havasında pozlarla getirir koyardı balık ekmekçinin önüne. Sonra ölçüp biçip hesap kitap yapıp parasına kıyamayıp aniden kaldırıverirdi tavlasını yüzüne yüzüne vuran boğazın balık ekmek kokan esintisini yararak. Biraz açlık biraz pişmanlık biraz da talihine küfrederek.

Tekrar Kuşkonmaz Camii’ne doğru yürüdü. Duvarın arkasındaki pis çay ocağından bir bardak çayla peynir ekmek yiyecekti ki…Hiç alışılmadık bir ses duydu.. Küçük camiin hoparlörlerinden sela veriliyordu. İstanbul’a geldi geleli bu camiden cenaze kalktığını hiç bilmezdi. Sonra kalabalığı fark etti. Bu da alışılageldik bir olay değildi. İster istemez yaklaştı,küçük kapıdan içeri girdi. Kimi hüzünlü kimi hüzünbaz yüzler gördü. Aldırmadı.

Merak etmişti kimdi ölen..? Hem bu camiden kalkıyor cenaze hem de kalabalık..Tablasını kütüphanenin kapalı kapısının önüne bıraktı biraz aklı kalarak. Tanıdık birini aradı. Tam bu sırada Caminin içine girmekte olan Sözsüz Ali’yi farketti. Biraz düşündü içeri girmekle girmemek konusunda. Vazgeçti ,girmeyecekti. Buna sebep, biraz havanın soğukluğu yüzünden abdest almaya üşenmesi ama daha çok dışarıda kalacak simitleriydi. Allah için namaz kılarken simitlerini düşünmek ona sahtekarca geldi. Bu yüzden camiye gidecekse (ki bu sık olmuyordu) tezgahını bir arkadaşına bırakırdı. Şimdi hemen herkes içeri girmişti. Biraz utandı. Simit tablası,simitçi kuşlar ve musalla taşında yatan mevta başbaşa kalmışlardı.. -Ne garip, dedi, Acaba şimdi bu herşeyden yoksun herşeyden habersiz yatan adama simit sattım mı ? Belki birgün gelip almak istedi ,tabladı simitleri şöyle parmaklarının ucuyla yoklayarak beğenmeyerek geri dönüp gitmişti. Ama artık simitlerin gevrek olup olmaması onun için hiç mühim değildi. Aslında şu an onun için hiçbirşey mühim değildi.

Cemaat aynı sessiz, mahcup, huzurlu edayla camiden dışarı çıktı. O anda simitçi başka bir şey fark etti.Cemaatin yarısından çoğu civar camilerin imam ve müezzinleriydi.Hatta aralarında şimdi emekli olmuş birkaçını da tanıdı. Küçük soğuk taş avlunun dışından da küçük,acıklı hıçkırık sesleri kırılıyordu kulaklara ,öksüz serçe sesleriyle birlikte. Bir bebek ağlaması,bir vapur düdüğü ve nihayet hocanın tekbiri. Bütün bu olan biteni izlerken cenaze namazının kılındığının farkına vardı. Şimdi kendini daha da suçlu hissediyordu. Avluda durmasına rağmen cenaze namazını da kaçırmıştı ve bu, o küçücük alanda diğer insanlar tarafından farkedilmeyecek birşey değildi. Şimdi içlerinden bazıları kendisinin orada simit satmak için beklediğini zannedeceklerdi. Bu ayıp birşeydi. Ne yapacağını şaşırdı. İleride duran tablasına doğru bir hamle yapmak istedi olmadı. Ya daha beter dikkat çekerse..! En iyisi hiç kımıldamadan durayım şurada diye düşünürken namaz sona erdi. Ne kısa sürdü..O kadar yaşa hayatın kahrını çek -Bir namazlık saltanatın olacak taht misali o musalla taşında mısrası kadar kısa ama anlamlı bir zaman diliminde seni toprağa bırakıversinler. Camiden yavaş yavaş tabutu sırtlayan kalabalık küçük taş kapıdan geçerken zorlandı. Sonra herkes dağıldı. Hıçkırık sesleri giden cenaze arabasının peşisıra uzaklaştı.

Yeniden tablasına baktı. Bir iki adım attı. Öğrenenmemişti kim olduğunu ölenin. Tam tablasının altına girip eğildiği sırada arkasından bir el uzandı omzuna. Döndü, karşısında Sözsüz Ali .Taş gibi donuk ifadesiz yüzünden bir damla yaş aktı gözgöze gelir gelmez. Anlaşılır anlaşılmaz bir şekilde bir eliylede minareyi işaret ederek müezzindi dedi daha sormadan.

Simitçiyi ürperten bu sefer boğazın serin nefesi değildi.Ölüm ,varolan ancak yaşanmadan bilinemeyecek bilinmeyendi, onu titreten. Evet bu sabah Üsküdar bir ölümü dinlemişti bilmeden bu camiin hoparlöründen.Rüzgardan mı yoksa bir türlü kabullenemediği derin hissiyatından mı belli olmayan, nemli gözlerini ,bir mantar gibi sertleşmiş elinin dışıyla silerek yüklendi tablasını. Ölüme arkasını döndü bir nevi.Sözsüz Ali bakakaldı arkasından seslenmek istedi ama aklına dilsiz olduğu geldi gene.Çıkaracağı acaip sesten utandı biraz belki,vazgeçti. Döndü boğaza isyan etti biraz haline,ağladı sessizce,sözsüzce.

Simitçi artık ağzında ne olduğu uzaktan anlaşılmayan bir ıslıkla Meydan Çeşmesi’nin önüne yollandı.Islığı önce rüzgara karıştı,sonra çeşmenin eriyip giden hitabesine vurdu. Milyonlarca ses gibi kaybolup gitti, bir aksiseda bile kalmadan.

MURAT YILMAZ KÖKSAL

AŞİKAR

AŞİKAR SIR
DÜN GECE YAĞMUR YAĞDI GÖZLERİMDEN İÇİME,
AKIVERDİ SELLER YEDİ TEPENİN SIRTINDAN,
SÜZÜLÜVERDİ,
İÇERİ,TA İÇERİ
GÖNLÜMÜ YALAYARAK,
SOKULUVERDİ,
HEP SAKLANDIĞI YERE.
HEP GİZLİ KALMIŞ AŞKLARIN KORKUSU,
SANKİ YARIM KALMIŞ BİR AŞKIN TORTUSU,
EDİLEMEMİŞ İLAN-I AŞK GİBİ
ÖKSÜZ ,YALNIZ ,SEFİL
VE ACI ÇEKMEYE MAHKUM PERDELERİN ARKASINDA.
GİZLİ
AMA ,BİLİNEN AŞİKAR BİR SEVDA.
HEP YALNIZLIĞA MAHKUM GÖNÜLLER.
O SEVDA MASALLARININ ARDINDA,
HİÇ EL DEĞMEMİŞ PERİLER GİBİ BERRAK.
KULLANILMAMIŞ AŞKLAR DEPOSUNDA,
ÇÜRÜMEYİ BEKLEYEN MAZLUM TRAMVAY GİBİ
YÜREKLERİN İÇİNDE YATAR...
HEP HAREKET EDECEK OLMANIN HEYECANI
VE GİDEMEYECEĞİNİ BİLMENİN ACI GÜLÜMSEMESİYLE.
AH O AKŞAM SÖYLEYECEKTİM.
ŞU KADAR KALMIŞTI HERŞEYİ BİLMENE..
SEVMEK BENİMKİ KADAR KOLAY OLSAYDI EĞER,
BELKİ SEVERDİN BENİ SEN DE.
AH O AKŞAM SÖYLEYECEKTİM HERŞEYİ
BİTİVERECEKTİ RÜZGAR, KOPUVERECEKTİ FIRTINA.
BELKİ BİR SEVDA SÖNÜVERECEKTİ,ÜRKEK BİR MUM GİBİ.
EL DEĞMEMİŞLİĞİNİ KAYBEDEN ZAMBAK GİBİ.
SOLUVERECEKTİ ELLERİMİZDE.
AH O AKŞAM ANLATACAKTIM HERŞEYİ,
HALİÇ'İ ANLATTIM, KÖPRÜYÜ ANLATTIM YİNE.
YİNE MALUMATFURUŞ AŞKLAR LİMANINA YANAŞTIM.
VE ANLATMADIM, HERŞEY ,HERŞEY GİBİ KALDI.
KALMASI EN GEREKMEDİĞİ GİBİ....
LACİVERT GECELER ,
MÜREKKEP GİBİ,
AKTI BEYAZ KAĞIDA.
GÖZYAŞIM GİBİ,
RÜZGARSIZ KALMIŞ BİR ÇINAR GİBİ.
SALINIR DURUR ,
BİR NEFES MELTEME HASRET
GECE OLUNCA.
SOKAKLAR BOŞ, KÖPEKLER BİLE YALNIZ .
YIRTIP GECENİN BAĞRINI ,
ÇEKİVERİCEM İÇİNDEN GÜNEŞİ
BENDEN HEDİYE OLSUN O DOĞACAK BEBEĞE.
MURAT YILMAZ KÖKSAL
GÖZTEPE-1999